28 Temmuz 2010 Çarşamba

Bu bebek maması çocuğunuzun sağlığı için ölümcül riskler doğurabilir!

Annelik konusunda ahkam kesmem ben..
Herkesin doğruları, herkesin bildiği başkadır çünkü..
Daha da ötesi her çocuk başkadır ve kendi kitabını yazar.
O nedenle boşunadır bana kalırsa bir çocuğu hede hödö yapmanın yolları temalı kitaplar..
Bir anne için asla çiğnenemez bir kural, başka bir anne için kural bile değildir.
O yüzden ortak kuralları, kesin yasaları yoktur çocuk yetiştirmenin..
Çok severiz, önceliklerimiz vardır ve bunları harmanlayarak yetiştiririz çocuklarımızı.

Ancak ortak paydada istisnasız buluştuğumuzu düşündüğüm bir konu var benim:
Biz çocuklarımızı neyle besliyoruz?
Özenle satın alıp, itinayla temizleyip, öpe koklaya yedirdiğimizi düşündüğümüz kayısıda ne var?
Bebekken en iyisi budur diye tercih ettiğimiz o pahalı mamayla beraber ne yedirdik bebeğimize yudum yudum?

Kola içirmiyorum.
Cipsin tadını bilmez.
Hamburgeri okul gezileriyle öğrendi ve ne mutlu ki sevmedi, sadece patates kızartması yiyor ayranla beraber..
Çikolata ve şekerlemeden de uzak tutuyorum..
Ama ya içime sine sine yedirdiklerim?
Ya özene bezene ellerimle pişirdiklerim?

Etrafımda sıkça duyar oldum artık ergenliğe 8-9 yaşında giren ve bu yüzden hormonlu ilaçlar verilerek ergenliği durdurulan çocukları..
Erken gelişmelerinin tek sebebi de yedikleri yiyeceklerdeki hormonlar!
Ben, Dila 8 yaşındayken regl olsun istemiyorum..
9 yaşında göğüsleri belirginleşsin, daha 13 yaşındayken genç kız görüntüsünde olsun istemiyorum..
Çocuğumu sağlıkla ve keyifle beslediğimi düşünürken onu ellerimle zehirlemek istemiyorum..
Abarttığımı mı düşünüyorsunuz?

Bundan 4 yıl önce Bursa'da taksi dolmuşa bindim. Yaşlıca bir şoför vardı. Yolda tanıdığı bir adamı aldı yanına ve sohbete başladılar. Nasılsın iyi misin faslında şoför dedi ki:

- Geçen gün yengenle hastanelik olduk.
- Geçmiş olsun, hayırdır?
- Ya söylemesi ayıp karnıyarık pişirdi. Eve geldiğimde çok açtım. Hanım dedi ki bir saattir pişiriyorum, daha yumuşamadı patlıcan. Sabret biraz daha pişireyim. Yarım saat daha pişirdi ama yine yumuşamadı. Ben de çok açtım, dayamanamadım oturup yedik. Gece şiddetli baş ağrısı, bulantı olunca komşular götürdü hastaneye. Tahlil yaptılar, patlıcandan zehirlenmişiz. İçinde aşırı derecede hormon varmış..

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın son raporları yeniden depreştirdi en büyük korkularımdan birini..
Gördüm ki ticaretin ağır çarkları arasında eziyorlar geleceğimizi.. Hayatımızdan çalıyorlar.. Sevdiklerimizi alıyorlar bizden yavaş yavaş..

Lütfen mamanın üzerine de hasta bebek fotoları koysunlar ve desinler ki;

"Bu bebek maması çocuğunuzun sağlığı için ölümcül riskler doğurabilir."

"Dünyanın parasını ödediğiniz bu kaşar peyniri sonunuz olabilir."

"Organik sandığınız bu ceviz, ilerde hastalandığınızda soracağınız neden sorusuna cevap olabilir."

Çok sevdiğim, çok yakın bir arkadaşım İzmir'de. İsmi Cenk.. Köyde de evleri ve büyük bahçeleri var. Onunla konuşur, ondan öğrenirim zaten ne yediğimizi çoğu zaman. Diyor ki:

- Ebru bu yıl sakın üzüm yeme, Dila'ya da yedirme.
- Neden?
- Çünkü bu yıl üzüme çok hastalık vurdu ve neredeyse her gün ilaçladılar. Kullandıkları ilaç ucuz ilaç ve üzümden asla çıkmıyor. Ne yaparsan yap arındıramazsın.

Veryansın ediyorum üreticiye, diyor ki;

- Adamların da bir kabahati yok.. Tohumu, gübreyi, mazotu hesap ettiğinde bu adamların masrafı çok. Ve hepsi de aracıya ve aracının verdiği fiyata mahkum.. Oysa bu ilacın iki günde üzümü terk edeni de var ama maliyetlerini kurtarmadığı için kullanamıyorlar.

Üniversitedeyken bitirme tezim bir köyün demografik, ekonomik yapısını incelemek ve ekonomik sorunlara olası çözümler geliştirmekti. Aracı, maliyetlerinin çok altında fiyata zorladığı için o yılki biberin tamamını, sırf aracıya vermemek için dereye döktüklerini anlatmışlardı bana. Cenk haklıydı söylediklerinde.. Geçim kaynağın olan mahsulü kaç kez inat edip dereye atabilirsin ki?

Peki ne yapayım şimdi ben?

Ebru üzüm yeme, Dila'ya yedirme!
Ebru çileği evine bile sokma!
Ebru o nar ekşisi sandığın şey nar ekşisi değil!

Tamam, organik ürünler alayım o zaman.. Hani onlar babaannemin yetiştirdiği gibi ya..

Domates 5 tl/kg
Havuç 5tl/kg
Bezelye 7,5 tl/kg
Maydanoz 1,75 tl/demet
Zeytinyağı 60 tl/3 lt

Birileri kafayı yemiş!
Minicik araziler için organik tarım izni alıp kat be kat fazlasında kafasına göre üretim yapanlar çıldırmış olmalı..

Onları bilmem ama ben çıldırdım..
Cenk'le dertleştik her zamanki gibi..
Oralarda yaşayıp, ticaret amacı gütmeden bu işi yapanlardan söz ettim..
Korkularımdan..
Onların listelerini yolladım..
Tatil dönüşü artık sadece onlardan alışveriş yapmayı düşündüğümden söz ettim.
Dehşete kapıldı bu nasıl fiyatlar diye..
Organik ürün mü istiyorsun?
Al sana dedi..



Kendi gözlerinle gör, yamuk yumuk bunlar..



Öyle organik diye aldıklarına, manavda vitrinlik diye sattıklarına hiç benzemez..



Üstelik o iddia ettikleri fiyata da asla değil!

Şimdi Cenk, benim en büyük sorunlarımdan birine ilaç..
Haftada veya onbeş günde bir, kendi bahçesinde yetişen ne varsa yolluyor bize kargoyla..
Üstelik bu işi halihazırda yapanlardan çok çok uygun bir fiyata..
Şimdi bulabilirse ilaçlanmamış üzüm de yollayacak.
Kendi narları olgunlaştığında kışlık narımızı, nar ekşimizi de yollayacak Ekim-Kasım gibi..
"Anne sütünden sonra en kıymetli süt keçi sütü" dedi diye keçi peyniri yer olduk.
Kendinde olmayanı da komşu teyzelerden ediniyor,
"Kusura bakma ekmek yoğuramayacağım senin için" dediğinden beri hiç tanımadığımız komşu teyzenin pişirdiği ev ekmeğini yiyoruz biz.
Mis gibi reçellerim oradan geliyor..
Kışlık salçam babaannemin yaptığı gibi..
Ve daha neler neler..
Eğer benim gibi kaygılı bir anneyseniz,
Ya da sağlığına gerçekten dikkat eden biri..
Dilerim benim kadar şanslısınızdır aynı zamanda..


Şimdi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim Barış Manço'yla :

29 Haziran 2010 Salı

Ayakkabı Perisi

Bir ayakkabıya aşık olmakla başladı her şey..
- ki bu hep oluyor :) -

İlki aşık olunan ayakkabının ta kendisi!
İkincisi ise hiç hesapta yokken,
Zaten ben de tam onu ararken,
Ayakkabı Perisi'nde bulduğum elbisenin hediyesi..

Caddebostan Kültür Merkezi'nin olduğu sokağın sonunda,
Giderken sağdalar :)
Bence gidin.
Ya da gitmeyin;
Hepsi bana kalsın!

22 Şubat 2010 Pazartesi

Mum Alevi ile Oynayan Kedinin Öyküsü

Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
O evde bir de kedi vardı.
Geceler indiğinde kendi havasında
Mum yanar, kedi de oynardı.


Mumun yandığı gecelerden birinde
Kedi oyunlarına daldı.
Oyun arayan gözlerinde
Mumun alevi yandı,
Baktı,
Mumun titrek alevinde
Oyuna çağıran bir hava vardı.


Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukçasına,
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakçasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..
İlk kez gördüğü mumun yakmasına
İnanmayacaktı.


Kedi, oyunlarında büyüyordu,
Mum, üşüyordu yanmalarında.
Zaman ikili yürüyordu
Aralarında.
Bir ayrışım görünüyordu
Birinin yanmalarında
Öbürünün oynamalarında.


Kedi oyunlarında büyüyordu,
Yitirerek gitgide oyunlarını.
Mum küçülüyordu yanmalarında,
Yitirerek gitgide yakmalarını.


Oynarken büyüyen kedi yanacak,
Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.
Küçülen yaka yaka aydınlatacak,
Büyüyen yana yana anlayacaktı.


Bir mum yanmasından
Ve bir kedi oyunundan
Kaldı sonunda
Bir gecenin tam ortasında
Bir evin bir odasında
Göz-göze susan
İki insan.


Mum yandı bitti,
Kedi büyüdü gitti.
Oyunlar karıştı gecelerde
Suskun uykusuzluklara.


O iki insandan, sonunda
Birinin anılarında kedi,
Birinin dalmalarında mum
Kaldı gitti.


Nerede bir mum yansa şimdi,
Nerede oynasa bir kedi,
Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri..
Bugün dün gibi oluyor,
Dün bugün gibi.
Mum ellerimi tırmalıyor,
Belleğimi yakıyor kedinin elleri.



Özdemir Asaf

10 Şubat 2010 Çarşamba

Değersiz İnsanlar Üzerine...






Eskiden olsa derdim ki: "Olsun, O da insan.. Aldığı nefes diğer tüm canlılara hakaret de olsa olsun, O'nu da yaratan yaradan.."
 
Ama şimdi, Ataol Behramoğlu'nun sayfalarca uzatılabilecek şiiri gibi benim de yaşadıklarımdan öğrendiğim şeyler var.
 
Herkes, sevilmeye layık değildir.
Herkes, değer vermeye layık değildir.
Herkes, karşına alıp hikayesini dinlemeye layık değildir.
 
Moğolistan'ın Türkiye'den 20.000 erkek istediği haberine dair ben ne dedim?

"2010'un güzel geçeceğini biliyordum ama bu kadarı bana da sürpriz!

Bir erkeğe 6 kadının düştüğü iddia edilen Moğolistan Türkiye'den 20.000 erkek istemiş.
Haberin detayları burada.
Ah böyle böyle kurtulacağız kızlar tek meziyeti pipileri olan adamlardan.
Gidene kadar kendilerini nimet sayan halleri de tavan yapacaktır elbette ama biz buna dayanabiliriz.
Ha gayret!"

 
 Ve bakın aslında çok haklı olduğumu gösteren  ne yorumlar geldi:
 
  bu lezbiyenler başa bela arkadaş hiç bişeye faydaları yok :):):):)

(Adsız)


ne oldu kızım zoruna mı gidiyo korkma yvrum erkeksiz kalmassın sen bulursun sende artık sağlamlar gittikden sonra bi kör topal:D

(lazkopat)


İşte tam da bunlar gibiler gidecek diye yazılmış bir yazıydı "Yaşasın Moğol Kadınları!"

İyi ailelere sahip, iyi okullarda okumuş, belli bir kültür seviyesine ve sosyal çevreye sahip hiçbir arkadaşım ne bu yazıyı, ne de bu haberi üzerlerine almadılar. Konu üzerine havada uçuşan esprilere alınmadılar. Çünkü onlar "Memlekette akıllı adam kalmadı" diye çağırılıyorlar diğer ülkelere. "Memlekette damızlık kalmadı" diye değil.

Demem o ki; memleketin cahili, aptalı elbette bitmez. Kimi gider Medine Memi'yi canlı canlı gömer. Kiminin iyi kötü okuması vardır; ama adsız, ama avam takma isimlerle boşalır buralarda yazılarımıza.

Yazının başında belirttiğim gibi herkesin kıymetli olmadığını öğrendim ben. İşim gereği ya da zorunlu diğer sebepler oluşmadıkça herkesle muhatap olmuyorum artık. Konuştuğu dili doğru düzgün yazmayı bile beceremeyenlerse ilk satırda alıyor hükmünü. Boşuna zaman ve nefes kaybı çünkü. Gereksiz..

Sadece bir defaya mahsus olmak üzere yapılmış bir açıklamadır bu.

Not: Aynı yazının altındaki yorumlardan biri, yazıya daha önce yorum yapan çok sevdiğim Eva'ya yönelik olduğu için silinmiştir. Benim bloğumda, benim yazımın altında yorumları olan kimseye hakaret edilemez.

21 Ocak 2010 Perşembe

Yaşasın Moğol Kadınları!

2010'un güzel geçeceğini biliyordum ama bu kadarı bana da sürpriz!

Bir erkeğe 6 kadının düştüğü iddia edilen Moğolistan Türkiye'den 20.000 erkek istemiş.
Haberin detayları burada.

Ah böyle böyle kurtulacağız kızlar tek meziyeti pipileri olan adamlardan.

Gidene kadar kendilerini nimet sayan halleri de tavan yapacaktır elbette ama biz buna dayanabiliriz.
Ha gayret!


18 Ocak 2010 Pazartesi

Belalım

Ortaokuldayken bana şöhreti tattıran şarkı bu işte.


Yıl sonu gecesine hazırlanıyoruz.
Hem oynanacak tiyatroda başroldeyim, hem sesim mikrofona çok uygun diye gecenin sunucusuyum.
Arif Susam bir, ben ikiyim o yıllarda. Öyle bir popülarite hali.

Gece için şarkı yarışmaları yapılmış, her dalda birinciler belli olmuş ve onlar da provalara geliyorlar bizimle. Herkes büyük salonun bir köşesinde işinin gereğini yapıyor, çılgınlar gibi hazırlanıyoruz. Yarışmada belalımı söyleyerek birinci olan kız provada. Orkestrayla beraber şarkıyı çalışıyorlar. Orkestra dediğim de bildiğin org. Hani onlar çıstak çıstak her telden çalıyor ya, ondan orkestra dedim ben, aklın karışmasın. Fakat o da ne?! Kız şarkıyı söyleyemiyor! Yarışmada Sezen'i kıskandıran kız saçmalıyor! Ben de motive etmeye çalışıyorum, sakin ol, bak şöyle söyle diye. O ara orgu çalan adam "sen söylesene şu şarkıyı bi" diyor bana, saf saf şakıyorum ben de. Ve adam diyor ki "Tamam. Gecede şarkıyı sen söyleyeceksin." Kız için çok üzülüyorum. Gerçekten hem üzülüyor hem de mahcup oluyorum. Niyetim asla bu değil çünkü. Ama şöhret işte baldan tatlı. Hele de rejisörün evine uğramadan.

Eve gelip anneme söylediğimde yüzündeki ifadeyi anlatabilmeyi çok isterdim. Ha annemin "allahım rezil olucaz cem-i cümleye" paniği ha da farda kalmış tavşan paniği; o kadar söyleyeyim! "Noolur bi kere söyle de duyayım" dedikçe "bunlar boş hayaller bebeyim, sen kızını sahnede göreceksin" tribi atıyorum anneme...

Ve o gece geliyor...


Sunuyorum.

Oynuyorum.

Söylüyorum...



Allahım izninle geliyorum!

Sahneye çıktığımda şarkıyı söylemek için, annemle göz göze geliyoruz. Limonla muz arası bi tonu var suratının ve rezil olmamak için okuduğu dualar suratıma çarpıyor. Başlıyorum ben;


Uçurum uçurum gözlerine baktığım sensin...

( ya anne bak hele bi gözlerime!)



Prangalarca boynuma taktığım sensin...

( hani söyleyemezdim?)



Dağ gölleri gibi gibi hasret çektiğim...

( arıya bile dememişler uçamazsın diye, ayıp senin yaptığın)



Her gece uyku diye yattığım sensin...

(allah allaaah!!)



İlk nakarat bittiğinde tüm salon ayakta alkışlamaya başlıyor. Çılgınlar gibi, sahnede Sezen varmış gibi, sanki Bülent Ersoy ablanız kurban olsun size demiş gibi. Şaka gibi! Ondan sonrası cümbüş zaten. Okul programı olmasa, salak bir öğrenci olmasam o gece kim indirebilirdi ki sahneden? Kralı gelse alamazdı mikrofonu elimden.

Bu yazı beni nerelere sürükledi şimdi... Hadi günah çıkaralım;

- Bu şarkıyla birinci olan kız... İnan sen çok güzel söylüyordun, ben isteyerek yapmadım. Ama itiraf edeyim severek yaptım...

- Şöhret beni hiç değiştirmedi!

Albüm tekliflerinizi mesajla yapabilirsiniz.
Menejerim mi kim? Ahaha soruya bak... Tabi ki annem!

15 Ocak 2010 Cuma

Kelimeler Olmadan..

Balıkçıda buluştuk. Her buluşma gibi buna da geç kaldığım için o çoktan karar vermişti hangi balığı yiyeceğimize. Sesimi çıkarmadım. "Temizliyorlar, sen al balıkları markette buluşalım" dediğinde de sesimi çıkarmadım. Çünkü biliyordum geç kaldığım için kızmıştı. Markete de geç kalacaktım. Ona da kızacaktı.


Kalabalık yerlerde tek başına olmayı sevmiyorum. Öyle anlarda birini aramayı da. Bir an evvel oyalanacak bir şey ararken balıkçıya takıldı gözüm. Genç bir adam. Evet, bulmuştum. Ona bakacaktım.

Bakmaya değer biri değildi aslında benim için. Sevilmeye değmez birine boşluktayken rastlamak gibiydi ona duyduğum üç dakikalık ilgi. Sevişmeye karar verdiğim için seviştiğim adamlardan tek farkı dokunmuyor oluşumdu. Ortak noktalarıysa adını bilmemek.

Gözlerimi hiç ayırmadan bakarken sayısız soru geçiyordu aramızdaki mesafeden. O kazakla üşüyor olabilir miydi? Başka bir yerde karşılaşsak beni fark eder miydi? Sever miydi ? Ve ben ellerini sevecek miydim onun?

Hafızamın kapısını çaldım hemen. Eller gördüm sayısız; biçimli ve uzun parmaklar. Bildiğim her hikayeyi bir kez de o anlatsa diye defalarca dilediğim sesler.. Bin saati hiç konuşmadan anlatmak istediğim gözler gördüm. Onlardan biri olabilir miydi? Ya da ömrüm boyunca aradığım ve bulduğum ve bana kendini buldurduğu için hayatına sıçtığım sevgili olabilir miydi? Neredeydi sahi o? Benden sonra hala bir kadını sevebiliyor muydu, bilmiyorum. Ama aldattığına emindim.

Balıkçının sesiyle çıktım aldatıldığım o evden:

- Hanımefendi.. Hanımefendi.. Hanımefendi..

- Eee.. Efendim?

- Siparişiniz hazır efendim. Buyrun.

- Kalsın. İstemiyorum.

O siparişi ben vermedim. O balığı ben seçmedim. Hem markete de gitmeyecektim zaten. Geçmişe bir ağ atıp ağlamaktı bu gece niyetim.

Şimdi eve geldiğimden beri o şarkı çalıyor. Eve geldiğimden beri çalan telefonumu camdan fırlattım.

Ararsa, sakın onu hala sevdiğimi söyleme.

8 Ocak 2010 Cuma

Duygu

En sevdiklerim, en enteresan şekilde hayatıma girenler oluyor nedense.

Nezaketen gittiğim, gitmezsem çok ayıp olacak biriydi ilk tanıştığımızda. Zaten tanışan eşlerimiz bizi bir araya getirmişti. Balığa gideceklerdi ve kızlara sus payı verilmeliydi. (Kızlar susar mı sahiden?)
Ve bunun için birbirini hiç tanımayan bizi karşı karşıya getirerek, iki çocuğu kaynaştırmaya çalışır gibi hadi birbirinize güzel güzel oynayına getirmişlerdi işi. Ben çok ısrar etmiştim o bana gelsin diye. "Benim çocuğum var. Dolayısıyla benim evimde buluşursak daha rahat ederiz. Lütfen sen bana gel." dediğinde daha da mızıkçılık edememiştim.

İyi ki de etmemişim.

En fazla bir saat kalırım diye düşündüğüm evinden ayrıldığımda gün ağarıyordu. Ve daha hiç bir şey konuşmamıştık bence. Gördüm ki kız dediğin şey gerçekten susmuyor.

Şimdi çok zaman geçti o tanışmanın üzerinden.
Hayatımdaki ne güzellerimden biri oldu.
Yanında kendimi çok iyi hissettiklerimden biri...

2010 yılını beraber karşıladık. Ben öyle yıllara, yollara çok anlam yüklemem.
Sen çok iyi şeyler dileyip en güzeli çıkar diye umarken Noel Baba'nın çorabından, donunla kalabiliyorsun mazallah yol ortasında. O yüzden her gelen başım gözüm üstüne.

Ama değil mi ki biz o gece Duygu'yla çok eğlendik; 2010 iyi geçer diye düşünmeden edemedim yine de..

İyi arkadaşlar..
İyi dostlar..
İyiki varlar. Ama hep olsunlar..



Kocaman Bir Meme Hikayesi..

Yardımınıza ihtiyacım var. Ama şimdi baştan alayım..

Yıllardır triumph (siyah olanını) kullanırım. Bunun incecik askıları olanını.
Hem harika bir toparlayıcı, hem de çok seksi bir sütyendi. Üstelik straplez aynı zamanda.

Bilirsiniz, minimiser sütyenler babaanneler içindir.
Modeller o kadar yaşlıdır ki; onları giydiğinizde içiniz geçer.
Seksapel kiiiim sen kim olursunuz.
Yazık olursunuz.

Bu modeli -ki tam olarak bu olmayabilir, kesim aynı diye bunu koydum- indirimde 90 Tl'ye alırdım yıllar önce. Helal-i hoş ederek.

Son dönemde Triumph'u Boyner, Ykm ve Debenhams'da da görür oldum.
Üstelik bu model 49-59 Tl arasında değişiyordu. Ne yalan söyleyeyim çok sevinmiştim. Bir de yetmez beş tane, on beş tane alabilirim artık diye.

Fakat heyhaaaat!
Ben ne göreyim?
Saçma sapan bir şey olmuş bu sütyen. Doğan görünümlü şahin olmuş!
Basbaya kötü olmuş işte.
Et ucuzlamış, yahni berbat olmuş işte!

Üzüldüm.
Çünkü ben alışveriş yapmayı sevmem.
Tırım tırım gezmeyi, onu giyip bunu çıkarmayı, o minnacık kabinlerde, kabe gibi kalabalık mağazalarda olmayı hiç sevmem.

Şimdi sizden ricam..
Minimiser,
Çoook kaliteli,
Çoook şık ve zarif,
Askıları çekme halatı gibi kalın olmayan bir model varsa bildiğiniz söylemeniz.
Arayamam.
Noolur buldurun.

5 Ocak 2010 Salı

Ebru parçalı bulutlu..

Bugün öyle bir gün.. Kötü, sıkıcı..
Bir an önce mi bitse yoksa böyle devam etse de ben de rahatlasam mı bilmiyorum..
Tuhaf bir gün..

Aklımda çok ünlü bir şarkı.
İçimdeki sıkıntıya yakın bir acıyı anlatıyor.
Ben öyle acımıyorum..
Bu acıyı bilmiyorum.
Bu acının çok güzel anlatılmışını biliyorum sadece;

" Eve girdiğimde O çoktan gelmişti biliyordum... Yatak odamıza yaklaştıkça seslerini duydum... Merdivenlerde alelade çıkarılıp atılmış bir erkek ceketi vardı... Benim değildi... Ama en yakın arkadaşıma ait olduğunu biliyordum.. "

4 Ocak 2010 Pazartesi

İki Küçük Karidesin Hikayesi..

İki küçük karidesin hikayesini biliyor musun?
Bilmiyorsun tabi. Bak ben anlatayım sana:



Zamanın birinde iki küçük karides varmış.

Öylesine yüzerken arkadaş olmuşlar bunlar.

Sonra beraber yüzmeye başlamışlar. Öylesine.

Beraber oynamışlar bazen.

Yine öylesine.

Ama beraberken çok gülmüşler de.

Ya da birinin aklında hep öyle kalmış belki de bilemem şimdi.

Sonra bişey olmuş.

Biri küsmüş.

Ya da kızmış.

Ya da kırılmış.

Susmuş.

Galiba kötü bişey olmuş.

Öbürü beklemiş geçer mi diye.

Ama galiba geçmemiş.

Çünkü hiç görmemiş bi daha o karidesi. Hani beraber oynadığı. Öylesine.

Acaba demiş telefon mu etsem?

Aa demiş kendi kendine.. Salak. Benim telefonum yok ki.

E nasıl ulaşacağım peki diye düşünmüş.

Acaba ateş mi yaksam?

Sonra hatırlamış ki suyun için de ateş de yakamaz.

Buldum demiş! Dalga yaparım.

Çırpınırım, çırpınırım, su sallanır. Anlar o dalgalar gelince benden olduğunu diye düşünmüş.

Çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış..

Ama öbür karidesten ne ses gelmiş, ne haber.

Sonra ağlamaya başlamış arkadaşını özleyen.

Arkadaşımı yediler diye.

Yoksa o bana ses verirdi diye tepine tepine ağlamaya başlamış.

O kadar çok ağlamış, o kadar çok ağlamış ki..

Önce sesinden diğer karidesler uyuyamaz olmuş.

Sonra da deniz taşmış gözyaşlarından.

Ne yaptılarsa susturamamışlar.

Ne yaptılarsa teselli edememişler.

Arkadaşım gelene kadar susmayacağım demiş.

O sırada diğer karidesler de şunu söylemeye başlamış.

Seninki daha çok ağlamaya başlamış.

Susun pisler diye bağırmış küçük karides.

Arkadaşım gelene kadar ağliicam.

Susun.

Öylesine.


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails